YAŞAMAK ŞAKAYA GELMEZ
‘ İki dikmenin arasında altı yedi metre mesafe olacak Barış.’ diye seslendi. Defalarca anlatmıştı ama ben elime küreği alınca söylediği ilk şey hiç değişmiyordu dedemin. Yeni kazdığım çukurun, önceki ağaca mesafesini gözleriyle uzaktan ölçüyordu. İçten içe ben de biliyordum ki dedem yaşamayı çok önemsiyordu. İki ağacın arasındaki mesafenin altıdan tam yediye çıkması ya da beş küsürde biraz kalması onu görünenden fazla etkiliyordu. Acaba geceleri uykusunu da bölüyor mudur diye düşünmeden edemedim.Tatilin son haftası ailecek yazlığa, dedemleri ziyarete gelmiştik. Yıllardır süregelen bir gelenekti bizim için. Kalabalığın stresinden uzakta geçirdiğimiz birkaç gün hepimize çok iyi geliyordu. Anneannemi ve dedemi yıl içinde sık görsem de, şu kısacık haftanın tadı bambaşkaydı. Üstelik bu sene on beş yaşına girmiştim. Bunun anlamı hem benim için hem dedem için epey büyüktü. Aramızda sanki herkes tarafından görülen ancak manası bilinmeyen, sessiz bir anlaşma vardı dedemle. Bunu doğrudan anlatınca anlayabilmeniz pek mümkün olmayacak, o sebeple biraz eskiden başlamalıyım. Yıllar yıllar öncesi kadar hatta doğumuma kadar gelin hep birlikte gidelim.Ben doğduğumda annem yirmi beş, dedem ise elli beş yaşındaydı. Annemin anne oluşu, dedemin baba oluşundan beş yaş kadar daha erkendi anlayacağınız. Annem, babasının tek kızı ben de dedemin tek torunuydum. Yıllar sonra eve gelen yeni bir nefestim yani. Hayatına katıldığım herkes için öylesine kıymetliydim ki; annemin yanından birbirinden habersiz çıkarak beni müjdeleyen tüm kadınlara, dedemin hediye altın yüzük aldığı hala kalabalık diyebileceğimiz aile sofralarında neşeyle anlatılır. İsmim Barış. O da dedemden bana ömürlük bir armağan. Zannediyorum dedeciğim, hep üzerime sinmesini istediği bir zeytin dalı kokusundan esinlenerek verdi bana Barış’ı. Henüz ben doğmamıştım, dedem ve anneannem de hayat rutinlerini çocuklarının düzenleyeceği dönemleri çoktan geçmişti. İş böyle olunca dedem, hemen her emeklinin hayalinde olan tarla ekmek, bahçe yapmak, müstakil bir ev inşa etmek gibi işlere girişmişti. Sadece onun istekleri alışılagelen, sık gördüğümüz düzenden daha farklıydı. Dedemin emeklilik hayalleri, Anadolu’da pek karşılık bulamıyordu maalesef. Zeytinlik istiyordu dedem; deniz kokulu bir memleket, zeytin dallarının gölgesinde, sakin, berrak ve asude bir yaşam. Nihayetinde, bugün bu köşeyi yazarken seyrettiğim; zamanında dedem tarafından hakiki bir nizamla ekildiği – iki dikmenin arası altı yedi metre mesafe olacak- her halinden belli zeytin ağaçlarıyla dolu araziyi almış ve çitlerle bölerek bir kısmını ayırıp anneannemin çok istediği müstakil evi yapmıştı. Ev için çevrilen kısmın önünde anneannemin sebzeleri için de ayrıca bir bahçesi bulunurdu. Sebzelerin çevresine çift sıra çiçek ekerdi anneannem. Her sene yazlığa gelip valizleri yerleştirince ilk iş bize çiçeklerini tanıtır hatta varlığımızı unutursa çiçekleriyle rutin sohbetine bile başlardı. İşte onun ruhunun gıdası da buydu. Renk, ahenk çiçekler. Evin tam arkasındaki gölgeliğe, ayrıca bir bahçelik alan daha bırakmıştı dedem. Bunun sebebini yıllarca kimse pek anlamasa da üstünde durmadılar, önce bir bildiği vardır dendi sonra unutuldu gitti gölgelik.Ben doğdum. Dedem önce adımı Barış koydu. Kırkım çıkınca da beni Rıza amcanın yanına götürdü. Kırk günlük bebeğin fidanlıkta ne işi var demeyin. Dedem keskin bakışlarıyla ‘Barış’la işim var.’ diyip beni alınca kimse nedenini bile soramamış dedeme. Dedem o gün Rıza amcadan iki tane zeytin fidanı almış. Koskocaman zeytinliği olan birisi için iki dal fidan pek lafı edilecek bir şey değildir fakat kırkı yeni çıkmış bebek ve iki ince dal fidan insanda merak uyandırıyor haliyle, Rıza amca da kesin bir şeyler sormuştur dedeme. İşte lafın kısası, salondaki sehpanın üzerinde duran tahta çerçeveli fotoğraf o günden kalma. Dedemin yıllar evvelinden yaparken ayırdığı gölgeliğe ilk ekilen iki dal zeytin fidanının yerde bekleyişi, elinde küreğiyle çukur kazan dedem, bebek arabasının üzerine tülbent örterek beni toz topraktan korumaya çalışan ama kamera flaşı patlarken kenara çekilen annemin terlikleri, kenarda görevi için hazır tutulan can suları ve güneşin tüm içtenliğiyle yıllar sonra bile içimizi ısıtan selamı; tek bakışla kendini gösteriyor çerçeveden. Bahsettiğim tüm bunlar serüvenimizin nihayet başladığı ilk günün çıktıları. Aynı selamın bir benzerini de tahta çerçevenin hemen yanındaki, daha koyu renkli tahtadan yapılan başka bir çerçevenin içinde görmek mümkün. Tek fark ben beş, dedem altmış yaşında. O gün yine Rıza amcadan iki ince dal zeytin fidanı almıştık. Beş sene önce ben henüz kundaktayken ektiğimiz fidanlardan altı yedi metre mesafe ileriye ekmiştik yeni dallarımızı da. Küçüktüm, sabırsızdım ve neyi neden yaptığımızı herkesten daha çok anlayamıyor gibiydim. Dedem de bunu hissetmiş olacak ki, ben ufacık parmaklarımla onun açtığı çukurun fazla toprağını kenara itmeye çalışırken: ‘Barış, gel bakalım biraz.’ diyerek dizlerine oturtmuştu beni. ‘ Sen kaç yaşındasın şimdi’ diye sordu bana. Sayıları ve soruları yeni öğrenmiş bir çocuk neşesiyle parmaklarımı iyice açarak beşi gösterdim dedeme. ‘Beş!’ diye bağırmayı da ihmal etmedim tabi. Güldü, ‘Ben de altmış!’ dedi tabi parmaklarıyla gösteremedi. ‘ Barış, Nazım ne der bilir misin?’ diye sordu dedem. – Yahu beş yaşında çocuk bunca şeyi nasıl hatırlasın demeyin, bu konuşmanın aynısını onuncu yaşımda ve hikayenin başında dediğim gibi bugünkü on beşlik halimle de dinlediğim için iyi biliyorum. – Ama muhtemelen o zamanlar bu soru karşısında sadece başımı sağa sola sallamışımdır. ‘Nazım ne der bilir misin Barış: *yaşamak şakaya gelmez./ Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın./ Bir sincap gibi mesela./ Yani yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden./ Yani bütün işin gücün yaşamak olacak./ Yaşamayı ciddiye alacaksın.*’ diye tamamladı cümlesini dedem. Ben o zamanlar Nazım amcanın da Rıza amcayla dedemin arkadaşları olduğunu düşündüm, bir de sincapların ağızlarına nasıl o kadar fındığı sokabildiklerini. Üçünce çerçeve beyazdı. Tüm bu söylediklerim aynıyken, üstüme askılı tulum giyemeyecek kadar büyümüş haldeydim. Onuncu yaş günümdü. Dedem ise altmış beşlerinden bir günde. Birlikte Rıza amcadan iki fidan daha aldık. Benim yeşerecek üçüncü fidanım, dedemin ise gölgelikteki nizama ekleyeceği üçüncü fidanı yan yana yine bizi bekliyordu. Fotoğraf, toprağa can suyunu dökerken çekilmişti. Ve tam o sırada dedem dönüp: ‘Nazım ne der bilir misin Barış?’ demişti, iyi hatırlıyorum. *‘ Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın./ Bütün işin gücün yaşamak olacak./ Yani, o derecede, öylesine ki / Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda/ Yahut kocaman gözlüklerin/ Beyaz gömleğinle bir laboratuarda / İnsanlar için ölebileceksin/ Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için / Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken / Hem de en güzel/ En gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde.’ *
‘ Dede Nazım amca niye böyle tuhaf tuhaf şeyler söylüyor?’ demiştim o zamanlar. Dedem sadece gülmüştü. ‘Unutma Barış, yaşamak şakaya gelmez.’ diye konuyu kapatmıştı o gün. Bugün ise benim on beşinci yaş günüme, dedemin ise yetmişlerinden bir gününe geldik. Rıza amcanın yanından elimizde iki zeytin fidanıyla. Ben çukur kazarken, dedem uzaktan altı metrelik mesafeyi gözüyle hesaplıyordu. Dedim ya dedem yaşamayı fazla önemsiyordu. Küreği yere bırakıp dedeme doğru yürüdüm. Nazım amcayla tanıştığımdan beri bu anı bekliyordum. ‘ Dede, Nazım ne der bilir misin?’ diye seslendim. Dedemin göz bebekleri fidanlardan bana doğru kayıverdi. Önce yürekten bir kahkaha attı. Sonra kahkahası gülümsemeye, gülüşü de gözlerini dolduran iki ince damlaya doğru yol aldı. ‘Bilirim’dedi, buruk bir telaşın eşiğinde. ‘Nazım ne der iyi bilirim Barış.’ *‘Yaşamak şakaya gelmez./Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın./ Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı/ Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin/ Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil/ Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için / Yaşamak yani ağır bastığından.’*
Flaş patladı, bir çerçeve daha kaplandı. Yaşamak işte ağır bastı zeytin dallarının gölgeliğine, şakaya gelmez.
// Bir alıntı tavsiyesidir: Nazım Hikmet’in ‘Yaşamaya Dair’ şiiri.