20 Aralık 2025
Aksaray
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
-1°

YAPAY SEN…

YAYINLAMA:

Yapay zekâ artık sadece bilim kurgu filmlerinin konusu değil. Günlük hayatımıza,

telefonlarımıza, iş yerlerimize hatta düşünme ve karar alma biçimlerimize kadar sızmış

durumda. Ama bu teknolojik devrim beraberinde büyük sorular getiriyor: Bir yapay zekâ

düşünebilir mi, hisseder mi? Bilinçli olabilir mi? Son zamanlarda bu tür sorular sadece teknoloji

meraklılarının değil, sıradan insanların da gündeminde. Çünkü mesele sadece makinelerin ne

kadar akıllı olduğu değil ne kadar insan gibi olduklarıyla da ilgili. Peki, zekâyı çoğaltmak bilinç

yaratır mı ve bu benzeşimler, insan olmanın özünü gerçekten anlayabiliyor mu?

Susan Schneider, Yapay Sen adlı kitabında tam da bu sınırda duruyor: Zekâ ile bilinç arasındaki

farkı tartışıyor. Yapay zekâların insan zihnini taklit etmesinin ne anlama geldiğini ve bunun bizim

kim olduğumuzla nasıl çatışabileceğini sorguluyor. Schneider’e göre, bazı soruların cevabı

teknolojiyle değil, felsefeyle aranmalı.

Susan Schneider, Yapay Sen adlı kitabında konuyu sistematik ama akademik olmayan bir dille

ele alıyor. Kitap birbirinden farklı ama birbirine bağlı başlıklardan oluşuyor. İlk bölümlerde bizi

yapay zekâ çağına hazırlıyor; teknolojinin geldiği noktayı, nereye evrildiğini ve neden artık bu

soruları ciddiyetle sormamız gerektiğini anlatıyor. Ardından bilinç sorununa giriyor: Yapay zekâ

bilinçli olabilir mi, bilinç nasıl tanımlanır ve bilinç mühendisliği gerçekten mümkün mü? “Bir

yapay zekâ zombiyi nasıl yakalarsınız?” gibi çarpıcı başlıklarla, zeki ama bilinçsiz sistemlerle

bilinçli olanları nasıl ayırt edebileceğimizi tartışıyor. Kitabın ilerleyen bölümleri, insanın kendini

yapay zekâyla birleştirmesi fikrini masaya yatırıyor, zihin taramaları, bilinç aktarımı, dijital

ölümsüzlük ve transhümanizm gibi konularla. Son olarak da “beynin ölümünden sonraki hayat”

ve “zihniniz bir yazılım programı mı?” gibi hem felsefi hem spekülatif sorularla okuru doğrudan

kişisel düzeyde sorgulamaya itiyor.

Kitabın belki de en çarpıcı yönü, zekâ ile bilinci birbirinden dikkatle ayırması. Susan Schneider,

bir yapay zekânın çok karmaşık işlemler yapabilmesini, doğru yanıtlar verebilmesini ya da insan

gibi davranmasını onun bilinçli olduğu anlamına gelmeyeceğini vurguluyor. Bu noktada, John

Searle’ün Çin Odası Deneyi’ni örnek gösteriyor: Bir sistem, sembolleri doğru şekilde

eşleştirerek dili anlıyormuş gibi görünebilir ama bu anlama yetisi, bilinçli deneyimi içermez.

Schneider, aynı durumun yapay zekâlar için de geçerli olduğunu savunuyor. Bilinç, yalnızca

işlevsellikle açıklanamaz; içinde öznel bir deneyim, hisseden bir “iç ben” olması gerekir. Zekâ

ne kadar gelişirse gelişsin, içeriden yaşanan deneyim olmadan, bir sistemin gerçekten bilinçli

olduğunu söylemek felsefi olarak yanıltıcı olur. Bu nedenle kitap, zekâyı değil, bilinci merkeze

alarak daha derin bir insanlık ve teknoloji sorgusu yapıyor.

Transhümanizm, 1998 yılında yayımlanan “Transhümanizm Deklarasyonu” ile temel ilkelerini

net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu deklarasyon, insanın biyolojik ve zihinsel sınırlarını aşarak

daha sağlıklı, daha akıllı ve daha uzun ömürlü bir varlık olma amacını savunur. Teknolojiyi,

özellikle yapay zekâ ve biyoteknolojiyi, insan gelişiminin önünü açacak araçlar olarak görür.

Transhümanizm, insanın sınırlarını teknolojiyle aşmayı vaat eden bir ideoloji olarak, post-insan

kavramını da gündeme getiriyor. Bu düşünce, insan bedenini ve zihnini geliştirerek yaşlanmayı

durdurma, ölüme meydan okuma gibi iddialarda bulunuyor. Ancak bu gelecekte insan olmanın

ne anlama geleceği belirsiz. Teknoloji sayesinde hafızamızı yedekleyebilir, düşünce kalıplarımızı

bir makineye aktarabiliriz. Fakat, bizleri bir “ben” olarak deneyimleyen içsel bilinç, duygular,

korkular ve sevgi gibi soyut değerler, teknolojiyle taşınabilir mi? Bu sorular, transhümanizmin

vaat ettiği ölümsüzlük ya da mükemmellik fikrinin arkasındaki en büyük belirsizliktir.

Susan Schneider, bu konuda kuşkucu bir yaklaşım benimser. Çünkü teknoloji insanı geliştirebilir,

ancak insan olmanın özü olan bilinç ve benlik, bu ilerlemeyle kaybolabilir. Transhümanizm,

insanı geleceğe taşıma iddiasıyla yola çıkarken belki de insanın en temel unsurlarını geride

bırakma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Teknolojik ölümsüzlük, biyolojik ölümden daha sessiz

bir yok oluşa dönüşebilir. Sonuçta, belki de post-insan, insan olmanın en derin yönlerinden

vazgeçmek ve insansız bir ilerleme anlamına gelir. Bu, insanlığın gerçek anlamda ilerlemesi mi,

yoksa varoluşumuzun temelini sarsan bir sapma mı?

İnsan, varoluşunu dönüştürme gücüne hiç olmadığı kadar yaklaşmış durumda. Yapay zekâ,

biyoteknoloji ve bilinç aktarımı gibi alanlarda atılan adımlar, insanı kökten değiştirebilecek bir

geleceğin eşiğine getiriyor. Ancak okuduğum yapay zekâ kitapları, bu büyük dönüşümün

yalnızca umut vadetmediğini aynı zamanda derin bir tedirginlik taşıdığını da hissettiriyor. Susan

Schneider’ın kuşkucu yaklaşımı ve transhümanizmin idealleri arasında sıkışan insanlık, kendi

özünü kaybetme riskiyle karşı karşıya. Sanırım geleceğin nereye evrileceğine dair ihtimaller

arasında, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sının yaşanması, giderek daha mümkün bir

senaryo gibi görünüyor. Teknolojik ilerlemenin ışığı, bazen göz alıcı olduğu kadar kör edici de

olabilir

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *