YAPAY SEN…
Yapay zekâ artık sadece bilim kurgu filmlerinin konusu değil. Günlük hayatımıza,
telefonlarımıza, iş yerlerimize hatta düşünme ve karar alma biçimlerimize kadar sızmış
durumda. Ama bu teknolojik devrim beraberinde büyük sorular getiriyor: Bir yapay zekâ
düşünebilir mi, hisseder mi? Bilinçli olabilir mi? Son zamanlarda bu tür sorular sadece teknoloji
meraklılarının değil, sıradan insanların da gündeminde. Çünkü mesele sadece makinelerin ne
kadar akıllı olduğu değil ne kadar insan gibi olduklarıyla da ilgili. Peki, zekâyı çoğaltmak bilinç
yaratır mı ve bu benzeşimler, insan olmanın özünü gerçekten anlayabiliyor mu?
Susan Schneider, Yapay Sen adlı kitabında tam da bu sınırda duruyor: Zekâ ile bilinç arasındaki
farkı tartışıyor. Yapay zekâların insan zihnini taklit etmesinin ne anlama geldiğini ve bunun bizim
kim olduğumuzla nasıl çatışabileceğini sorguluyor. Schneider’e göre, bazı soruların cevabı
teknolojiyle değil, felsefeyle aranmalı.
Susan Schneider, Yapay Sen adlı kitabında konuyu sistematik ama akademik olmayan bir dille
ele alıyor. Kitap birbirinden farklı ama birbirine bağlı başlıklardan oluşuyor. İlk bölümlerde bizi
yapay zekâ çağına hazırlıyor; teknolojinin geldiği noktayı, nereye evrildiğini ve neden artık bu
soruları ciddiyetle sormamız gerektiğini anlatıyor. Ardından bilinç sorununa giriyor: Yapay zekâ
bilinçli olabilir mi, bilinç nasıl tanımlanır ve bilinç mühendisliği gerçekten mümkün mü? “Bir
yapay zekâ zombiyi nasıl yakalarsınız?” gibi çarpıcı başlıklarla, zeki ama bilinçsiz sistemlerle
bilinçli olanları nasıl ayırt edebileceğimizi tartışıyor. Kitabın ilerleyen bölümleri, insanın kendini
yapay zekâyla birleştirmesi fikrini masaya yatırıyor, zihin taramaları, bilinç aktarımı, dijital
ölümsüzlük ve transhümanizm gibi konularla. Son olarak da “beynin ölümünden sonraki hayat”
ve “zihniniz bir yazılım programı mı?” gibi hem felsefi hem spekülatif sorularla okuru doğrudan
kişisel düzeyde sorgulamaya itiyor.
Kitabın belki de en çarpıcı yönü, zekâ ile bilinci birbirinden dikkatle ayırması. Susan Schneider,
bir yapay zekânın çok karmaşık işlemler yapabilmesini, doğru yanıtlar verebilmesini ya da insan
gibi davranmasını onun bilinçli olduğu anlamına gelmeyeceğini vurguluyor. Bu noktada, John
Searle’ün Çin Odası Deneyi’ni örnek gösteriyor: Bir sistem, sembolleri doğru şekilde
eşleştirerek dili anlıyormuş gibi görünebilir ama bu anlama yetisi, bilinçli deneyimi içermez.
Schneider, aynı durumun yapay zekâlar için de geçerli olduğunu savunuyor. Bilinç, yalnızca
işlevsellikle açıklanamaz; içinde öznel bir deneyim, hisseden bir “iç ben” olması gerekir. Zekâ
ne kadar gelişirse gelişsin, içeriden yaşanan deneyim olmadan, bir sistemin gerçekten bilinçli
olduğunu söylemek felsefi olarak yanıltıcı olur. Bu nedenle kitap, zekâyı değil, bilinci merkeze
alarak daha derin bir insanlık ve teknoloji sorgusu yapıyor.
Transhümanizm, 1998 yılında yayımlanan “Transhümanizm Deklarasyonu” ile temel ilkelerini
net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu deklarasyon, insanın biyolojik ve zihinsel sınırlarını aşarak
daha sağlıklı, daha akıllı ve daha uzun ömürlü bir varlık olma amacını savunur. Teknolojiyi,
özellikle yapay zekâ ve biyoteknolojiyi, insan gelişiminin önünü açacak araçlar olarak görür.
Transhümanizm, insanın sınırlarını teknolojiyle aşmayı vaat eden bir ideoloji olarak, post-insan
kavramını da gündeme getiriyor. Bu düşünce, insan bedenini ve zihnini geliştirerek yaşlanmayı
durdurma, ölüme meydan okuma gibi iddialarda bulunuyor. Ancak bu gelecekte insan olmanın
ne anlama geleceği belirsiz. Teknoloji sayesinde hafızamızı yedekleyebilir, düşünce kalıplarımızı
bir makineye aktarabiliriz. Fakat, bizleri bir “ben” olarak deneyimleyen içsel bilinç, duygular,
korkular ve sevgi gibi soyut değerler, teknolojiyle taşınabilir mi? Bu sorular, transhümanizmin
vaat ettiği ölümsüzlük ya da mükemmellik fikrinin arkasındaki en büyük belirsizliktir.
Susan Schneider, bu konuda kuşkucu bir yaklaşım benimser. Çünkü teknoloji insanı geliştirebilir,
ancak insan olmanın özü olan bilinç ve benlik, bu ilerlemeyle kaybolabilir. Transhümanizm,
insanı geleceğe taşıma iddiasıyla yola çıkarken belki de insanın en temel unsurlarını geride
bırakma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Teknolojik ölümsüzlük, biyolojik ölümden daha sessiz
bir yok oluşa dönüşebilir. Sonuçta, belki de post-insan, insan olmanın en derin yönlerinden
vazgeçmek ve insansız bir ilerleme anlamına gelir. Bu, insanlığın gerçek anlamda ilerlemesi mi,
yoksa varoluşumuzun temelini sarsan bir sapma mı?
İnsan, varoluşunu dönüştürme gücüne hiç olmadığı kadar yaklaşmış durumda. Yapay zekâ,
biyoteknoloji ve bilinç aktarımı gibi alanlarda atılan adımlar, insanı kökten değiştirebilecek bir
geleceğin eşiğine getiriyor. Ancak okuduğum yapay zekâ kitapları, bu büyük dönüşümün
yalnızca umut vadetmediğini aynı zamanda derin bir tedirginlik taşıdığını da hissettiriyor. Susan
Schneider’ın kuşkucu yaklaşımı ve transhümanizmin idealleri arasında sıkışan insanlık, kendi
özünü kaybetme riskiyle karşı karşıya. Sanırım geleceğin nereye evrileceğine dair ihtimaller
arasında, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sının yaşanması, giderek daha mümkün bir
senaryo gibi görünüyor. Teknolojik ilerlemenin ışığı, bazen göz alıcı olduğu kadar kör edici de
olabilir